Uzun zamandır notlar tutar, hikayeler yazarım kendimce. Bazıları not defterlerimde, bazıları hala aklımın ya da kalbimin bir yerlerinde durup bekler. Aklımdakileri deftere, defterdekileri bilgisayara geçirmeye niyetlendim. Fazlaca durmaktan bazıları bayatlamış, bazıları hala taze, bazı yazılarsa yeniden can suyu alırsa yeşerecek. Bazı yazılar çok fazla “bence”, bazıları “sence”. “Bence” olanlar bir süre daha bende kalsın, “sence” olanları çıkaralım gün ışığına, kanatlandıralım. Bakalım nasıl süzülür göze, kulağa, kalbe.
Çocukluğumda bazı yaz tatillerinde, başka şehirdeki babaannem ve dedemin yanına bırakırlardı beni. Zorlu zamanların, zorlu coğrafyanın, zorlu hayatların mütevazı insanlarıydılar. Göstermeyi bilemeseler de insan severdiler. Kendi emekleriyle geçinirler, kendilerinin olmayan inançlarıyla, içinde yaşadıkları kültürün verdikleriyle hayatlarını yönlendirirlerdi. Hayatları, hayat içindeki tutumları, ilişkileri, düşünceleri başlı başına bir yazı konusudur. Hemen yakından geçen dere kenarında, büyük yeşil bir bahçesi olan iki katlı büyükçe bir evde otururlardı. Benim için arkadaşlık yapamayacağım kadar yaşlıydılar ve yanlarında canım sıkılırdı. Dedem sabah erkenden dükkanına gider, babaannem ev işlerine dalardı. Yakın çevrede yaşıtım arkadaş bulamadığım için ben de çaresiz fazlaca gözlem yapar, hayaller kurardım. Bahçede, dere kenarında yalnız başıma oyun oynamaktan sıkıldığımda bazen neredeyse bütün gün babaannemin kocaman siyah kedisi “karakız”a hikayeler uydurur, anlatırdım. Tuhaf ama dinlerdi. Ben de onu dinlemeyi öğrendim zamanla. Oradaki en iyi arkadaşımdı.
O zamanlar hayal üretimim bütün gün hikaye anlatabilecek kadar güçlüydü. Elbette o zamanlar hala derin bir merakla, keşfedebileceğim koskoca bir dünya, gece, gündüz hayranlıkla seyrettiğim, gözlediğim bir gök yüzü ve akıl almaz bir zenginlikte doğa, değerini sonradan anlayabildiğim olağanüstü bir Anadolu kültürü önümde duruyordu. Bunların sunduğu tüm canlılar, görüntüler, tatlar, kokular, duygular, ilişkiler yeteri kadar renkliydi ve kendiliğinden fantastik hikayeler çıkarmamı sağlıyordu. Dünyada, evrende hayal etmemi sınırlayacak hiç bir şey yoktu. Her yere gidebiliyor, her şey olabiliyor, yan yana gelemeyecek şeyleri, renkleri, durumları, halleri, kişileri hatta hayalimde yarattığım varlıkları birlikte canlandırabiliyordum. Bunları da “büyükler” değil sadece “karakız” dinleyebilirdi ben de ona anlatırdım. Elbette tüm hikayelerimin “başrol” oyuncusu bendim ve içim de, dışım da çocuktu.
Sonraları dünya kendi hikayesini dayatmaya başlayınca benim öykülerimin, hikayelerimin, masallarımın önce rengi, sonra tadı kaçtı. Büyüdükçe(!) Merak etme ve soru sorma yeteneği de azalıyormuş. Mantık yanın hayal eden yanını susturdukça, zihin hapishanesinin duvarları kalınlaştıkça, hayat insanı “başrol”den “boşrol”e getiriyormuş. Günün birinde yetişkin olmaktan sıkılıp, içinde uykuya dalmış o çocuk yanını tekrar uyandırıncaya kadar.
Hala hikayeler, masallar, senaryolar uydururum. Kimilerini gözlemlerimden damıtır, kimilerini çocukluğumdan emanet alıp yazarım. Edebiyat dünyasına katkı sağlamak ya da okurun beğenisini almak için değil, zihnimin uçup kaçmasını dizginleyebilmek, dinginleştirmek ve bir odakta tutabilmek için. “Boş zihin şeytanın atölyesidir” derdi babaannem. O atölyede olumsuza, anlamsıza yer açmamak için. Hayal yeteneğimin renklerine, masumiyetine tekrar ulaşmak için. Sorma, sorgulama cesaretimi canlı tutmak için. Biraz keşfetmek için. Biraz kendimle ve hayatla dalga geçmek için. Biraz eğlenmek, biraz içimi dökmek, biraz içimi görmek, biraz da anlamak için… Siz ne niyetine okursanız sizin için öyle olsun.